Yapı Analizi: AYASOFYA

Bir yapı üç ana unsur çerçevesinde oluşturulur: İşlevsellik, sağlamlık ve güzellik. Bunlar mimarinin olmazsa olmazlarıdır. Bu yazımızda sizlerle beraber bu üç unsuru ve bunların yanıda mimari ilkeleri de baz alarak Bizans tarihinde önemli bir yere sahip olan Ayasofya’yı inceleyeceğiz.

532 yılında Bizans imparatoru Justinianus dünyanın en büyük mabedini inşa etmek istiyordu. Bu yüzden üçüncü kez Ayasofya’yı inşa etmek için Tralleisli(Aydın) Anthemios ve Miletoslu(Balat) mimar İsidoros’u görevlendirmiştir. Justinianus Ayasofya’nın imparatorluk otoritesini temsil etmesini ve gök yüzündeki ilahi gücün yeryüzündeki temsilcisi olarak imaratorun yetkinliğini göstermesini istiyordu. Bu yüzden çok kısa bir süre içerisinde Ayasofya’yı inşa ettirdi.

Roma’nın yeni başkenti Konsantinapolis’ten Osmanlı’nın payitahtına uzanan 1500 yıllık bir yapı nasıl oldu da bu kadar uzun süre ayakta kalabildi? Nasıl ve hangi koşullar altında inşa edildi? Hadi gelin 15 asırlık bu anıtsal yapıyı hep beraber inceleyelim.

900 yıl dünyanın en büyük katedrali olan Ayasofya 96×66 metrelik dikdörtgen ana yapının içine dev bir haç şeklinde inşa edildi. 48×32 metre ölçülerinde olan iki narteks ve revaklı atrium hariç tutulduğunda iç ölçüleri 70×75 metre olan yapının uzunluğu ise yaklaşık 135 metredir. 31.5 metre çapındaki dev kubbesi ise yerden 56 metre yükseklikte bulunuyor. İki katlı bu yapıının yükünü 24 metre yüksekliğinde 4 ana taşıyıcı kolon ve toplam 107 sütun taşıyor. Bu devasa boyutlara rağmen tüm mimari görkemiyle ayakta durmayı başarıyor Ayasofya .

Yapının mimarlarına göre merkeze 4 taşıyıcı kolon dikilecek bu kolonlar 4 payanda ile desteklenecek ce her bir kolon diğerine 31 metre çapında kemerle bağlanacaktı. Bu kemerler iki yarım kubbeyle desteklenerek yapının iç alanı iki katına çıkarılmış olacak ve ana kubbe bunların üzerine yerleştirilecekti. Tarihte bir ilk olan bu kubbeyi iki yarım kubbe üzerine inşa etme fikri imparatora istediği büyüklüğü verecek ve tasarımı binayı sonsuza dek ayakta tutacaktı. Böylece yapının inşası başlamış oldu.

Yapımına başlanan kilise için çok geniş bir coğrafyadan malzeme temin edilmeye başlandı. Kuzey Afrika, Fransa, Mısır, Suriye, Yunanistan ve Anadolu’dan getirilmiş mermerlerin yapı içinde özel bir dizaynla kullanılması, altın ve gümüş varaklı, cam ve taş mozaik taneleri ile oluşturulan iç mekan bezemeleri ile kendine özgü bir dekoratif süsleme anlayışı oluşturmuşlardır. Yine bu dönemde Ayasofya için kulllanılan taşlar da farklı yerlerden temin edilmiştir. Bunun yanında o dönemde bazı ocaklar çalışmadığı için yapının sütunları yine başka yerlerden devşirme olarak getirilmiştir. Ayasofya’da 40’ı zeminde 67’si üst galeride olmak üzere toplam 107 sütun bulunmaktadır. Zaman baskısından dolayı mühendisler yeni sütun oydurmak yerine eski katedrallerden kalan ve farklı tapınaklardan getirilen sütunları kullanır. Bu yüzden Ayasofya’daki sütunların standartları yoktur, bazıları diğerlerinden kısadır.

15 asır önce hiç bir metal konstrüksiyon kullanmadan sadece taş yığma usulü ile böyle büyük bir yapıyı inşa etmek oldukça büyük bir emek istiyordu. On binlerce tonluk taş ve mermer, kubbe kasnağına kadar yerden 42 metre yüksekliğe ulaşacaktı. Sadece yığma taşla devasa ölçülerde bir yapı için kusursuz bir statik tasarıma ihtiyaç vardı. Yapının mimarları bu statik dengenin en küçük birimden yani taş örgüsünden başladığını biliyorlardı. Bu nedenle işe duvarlarda kullanılacak olan tuğlanın yapısı ile başladılar. Yapı çok ağır olduğu için malzemenin hafif olması gerekiyordu. Bu yüzden yapıya özel ürettikleri tuğlaları kullandılar. Tarihi kaynaklara göre tuğlalar Rodos’ta üretildi. Bu tuğlalar günümüz tuğlasına göre 12 kat daha hafif olarak üretildi. Hatta söylenenlere göre Ayasofya tuğlası suda yüzebiliyor.

Fakat malzemenin hafif olması bu devasa büyüklükteki yapıyı bir arada tutmak için yeterli değildi. Bu durumu çözebilmek için kullanacakları harçta kozolona adı verilen volkan tüfü kullanmaları gerekiyordu. Ama bu ham maddeyi İstanbul ve çevresinde bulabilmek imkansızdı ve volkan tüfü olmadan bu anıtsal mimariyi inşa etmek de olanaksız görünüyordu. Yapının mimarları bu soruna da zekice bir çözüm üretip yeni bir deneysel girişimde bulundular. Tuzsuz nehir kumu, kireç ve tuğla tozu kullanarak maden tüfü kullanmadan neredeyse bir antik çağ çimentosu icat ettiler. Bu malzemeler bir araya gelerek kalsiyum silikatı oluşturdu. Kalsiyum silikat harç içinde oluşan çatlakları kendi kendine onarma özelliğine sahip olduğundan yapı kullanılan harç sayesinde kendi hasarlarını onarabiliyordu. Yapı sağlamlığını buna borçluydu.

Sıra yapının devasa kubbesine geldiğinde mimarlar öncelikle iki yarım kubbeyi yapar. Ana kubbeye sıra gelince ise yapılan 4 kemerin kubbeye olan dar temas alanlarıyla kubbeyi taşıyamayacağını farkında oldukları için yine bir ilk deneyip pandantif adı verilen üçgensel yüzeyler kullanarak yükü 4 taşıyıcı kolona indirdiler. Fakat bu pandantifler kubbeyi taşımak için yeterli olmayınca payanda yerine kemer tonozla açılmış dev koridorlar yaptılar. Bu yapı için büyük bir hata oldu. Mimarlar yapıyı kısa sürede bitirebilmek için acele ettiler ve bir çok ayrıntıyı gözden kaçırdılar. Bunun sonucunda yapıda bir çok aksilik meydana geldi. Kubbe tamamlandığında o kadar ağırdı ki ana sütunlar yükü taşıyamadı, koridor tonozları yamuldu ve sütunlar kaidelerinden oynadı. Bunun üzerine mühendisler ana kolonları tahkimat duvarları ile güçlendirir fakat bunun için çok geç kalınır. Payanda iskeleti kare özelliğini kaybetmiş ve kubbe kasnağı çoktan yamulmuştur. Bunun üzerine Ayasofya’nın görkemli kubbesi elips şeklini alır. Ama gözle görülebilecek çok büyük bir farklılık olmadığından mimarlar hızla yapının iç mimarisine odaklanır ve yapı kısa sürede tamamlanır.

14 Aralık 557 yılında Konstantinapolis büyük bir depremle sallanır ve acele ile yapılmış devasa kubbe çöker. Justinianus kubbeyi tekrar onarması için yapının mimarlarından biri olan İsidoros’un yeğenini görevlendirir. Genç İsidoros kubbeyi yeniden yapar ama kubbe tekrar yıkılır. Bunun nedenini araştıran genç mimar kubbe kasnağının elips şeklinde olduğunu fark eder. Ve kubbenin yeniden yıkılmaması için kasnağa uygun olarak elips şeklinde tasarlamaya karar verir. Aynı zamanda kasnaktan kubbeye doğru meydana gelen çatlakları da onarabilmek içim 7 metre kadar yükseltip pencereler açması gerektiğini düşünür. Ve daha önce yapılmış bu hatayı düzelterek öncekinden daha sağlam, daha yüksek ve kasnağında 40 pencere bulunan daha görkemli bir kubbe inşa eder.

Ayasofya tüm görkemine rağmen aceleye getirilmiş bir yapı olduğu için yapı zaman içinde birçok hasar aldı. Örneğin duvarlar doğu batı yönünde bel vermeye başladı bunun için destekleyici payandalar yaptılar ama bunlar da yeterli gelmiyordu. Asıl yapılması gerekenin kuzey güney doğrultusunda olduğunu Osmanlı döneminde Mimar Sinan fark etti. 16.yy’da, yapıda meydana gelen hasarları restore etmek için görevlendirilen Mimar Sinan kubbenin sırrını çözer ve kasnaktaki bu elips şeklin taşıyıcı sütunlardan kaynaklandığını anlar. Bunun üzerine kuzey ve güney aksından 8 payandayla yapıyı destekler ve elipsin uçlarından sıkıştırarak dairesel bir form elde eder. Böylece Ayasofya günümüze kadar gelmeyi başarır.

yazan: Serpil Yılmaz

KAYNAKÇA

Ayasofya – Vikipedi (wikipedia.org)

https://www.milliyet.com.tr/gundem/ayasofya

https://www.cnnturk.com/seyahat/ayasofya

https://www.islamveihsan.com/ayasofya-tarihi.html

https://www.aa.com.tr/tr/ayasofya-camii/dunden-bugune-ayasofya/1905766

Yorum bırakın

WordPress.com'da bir web sitesi veya blog oluşturun

Yukarı ↑

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın